Düşünün ki tek bir kişinin, tek bir kararı ile, bir anda tek bir düğmeye basarak bildiğimiz haliyle insanlık ve medeniyet sona erecek!
Bir bilim kurgu filmine benziyor değil mi? Ama değil. Bu korkunç bir gerçeklik. Daima arka planda gizlenen saatli bir bomba gibi, son yüz yıldır yaşamımızın her anında saklanan bir tehlike.
Modern Nükleer silahların yıkıcı gücü akıllara durgunluk verici boyutlarda. Çok sınırlı bir süre içinde nükleer bir karşı saldırı başlatıp başlatmama konusunda imkansız bir kararla karşı karşıya kalan yetkili bir kişi olduğunuzu hayal edin. Belirsizlik ve gerilim ile dolu, mantıklı bir karar verebilmenin imkansız olduğu böylesi bir durumda, İnsanlığın binlerce yıldır geldiği yolun sonu sadece bir düğmeye basmakla, basmamak arasında küçücük bir ana bağlı.
Kıtalararası balistik füzeler, nükleer savaş başlıklarını çok uzak mesafelere inanılmaz hızlarda taşıyacak şekilde tasarlanmıştır. Fırlatıldıktan sonra önceden belirlenmiş bir yolu takip ederek birkaç dakika içinde hedeflerine ulaşırlar ve karşı tarafın tepkisi için neredeyse hiç vakit yoktur. Daha da kötüsü, her bir Kıtalararası balistik füze birden fazla savaş başlığı taşıyabilir ve bu da bu silahların imha potansiyelini katlayarak artırır. Modern bir nükleer balistik füze, 1 megatonluk bir savaş başlığı taşıyabilir. Ortaya çıkaracağı patlama, Hiroşima’nın etkisinin yaklaşık 66 katı kadar yıkıma neden olabilir. Böyle bir patlama, birkaç kilometrekarelik bir alanı tamamen yok edebilir ve çevresindeki bölgelerde ciddi radyoaktif kontaminasyona yol açar.
Nükleer savaş, yıkıcı sonuçlarla dolu, kazananı olmayan, ölümcül bir karardır. Bir karşı saldırıya izin verilmesi ise, milyonlarca kişinin anında ölümüne yol açabilir ve potansiyel olarak yıkıcı küresel etkileri olan bir nükleer kışı tetikleyebilir. Öte yandan misilleme yapmamak, bir ülkeyi daha da büyük kayıplara karşı savunmasız bırakabilir. Bu gerçekten tüm insanlığın kaybettiği trajik bir durum.
Peki ama tam olarak böyle bir anda ne olur?
New York’ta sakin bir güneşli günün ortasında ufukta parlayan bir ışık, birkaç saniye içinde milyonlarca hayatı değiştirmek üzere. 1 megatonluk bir nükleer bomba, saniyeler içinde Manhattan’ı haritadan silebilir. Yaklaşık 13 milyon insan yaşamını yitirir, geriye kalanlar ise ağır yaralanır. Şehirde devasa bir krater açılır; gökdelenler, parklar, yollar… Her şey kül olur.
Patlamayla açığa çıkan ısı, kilometrelerce uzaklıktaki ciltleri kavurur. Binalar tutuşur, geniş çaplı yangınlar başlar. Termal radyasyonun gücü, insan yapımı her şeyi yakıp kül eder.Betonarme gökdelenler bile patlamanın yarattığı şok dalgalarına dayanamaz. Bu dalgalar, birkaç kilometre ötedeki yapıları yerle bir eder, camları parçalar, insanlar havada savrulur.
Patlama sonrası rüzgarla taşınan radyoaktif serpinti, yalnızca New York’u değil, çevre eyaletleri de zehirler. İnsanlarda kanser oranları artar, genetik bozukluklar nesiller boyunca devam eder.Şehir ekonomisinin kalbi olan New York’un yıkımı, Amerika’nın ve hatta dünyanın finansal sistemini çökertir. Ticaret durur, işsizlik artar, küresel ekonomi bir girdaba sürüklenir. Gökyüzüne yükselen toz ve duman, güneş ışığını engelleyerek nükleer kış adı verilen bir iklim felaketine neden olur. Küresel sıcaklıklar düşer, tarım verimliliği azalır, kıtlık baş gösterir. Hayatta kalanlar arasında panik, güvensizlik ve derin bir travma yayılır. Şehir yok olmuş olabilir, ancak toplumsal bağlar da bu felaketten sağ çıkamaz. İnsanlar arasındaki ilişkiler, dayanışma ve güven tamamen bozulur.
New York ve bu senaryo sayısız ihtimallerden sadece birisi. Hangi ülke ve hangi şehir olduğu farketmeksızın böylesine bir felaketin getireceği yıkım aynı derecede büyük olacaktır. Ülkeleri, şehirleri ve rakamları değiştirsek bile değişmeyen tek şey felaketin kendisi olacaktır. Peki ama tüm bunlar sadece bir korku senaryosu mu? Ne yazık ki hayır!
Nükleer felaket tehlikesi sadece bir senaryo olmaktan çok uzak. Soğuk savaş döneminde birden fazla kere, bilinçli olarak veya yanlış anlaşılmalar sonucu nükleer savaşa tehlikeli derecede yaklaştığımız zamanlar oldu.
25 Ocak, 1995. Dünyanın büyük bir kısmı sıradan bir güne uyanmışken, Norveç’in kuzeyinde bilim insanları Aurora Borealis’i incelemek için bir araştırma roketi fırlattı. Fakat bu basit bilimsel deney, tarihin en tehlikeli anlarından birine dönüşmek üzereydi. Saat 7:24’te, Andøya Roket Üssü’nden Black Brant XII adlı bir araştırma roketi başarıyla fırlatıldı. Roket 1.500 kilometre yüksekliğe kadar ulaşacaktı ve atmosfere dağılmış parçacıkları ölçerek kuzey ışıklarının sırlarını çözmeye çalışacaktı. Ancak, bu masum deneyi dünyanın en büyük nükleer güçlerinden biri farklı şekilde yorumladı. Rusya’nın Olenegorsk Radar Üssü’ndeki operatörler, radar ekranlarında alışılmadık bir şey fark ettiler. Roketin yörüngesi, Amerikan denizaltılarından fırlatılan Trident II balistik füzelerine fazlasıyla benziyordu. Operatörlerin kafasında tek bir düşünce vardı: “Bu bir saldırı olabilir!”
Bilgi akışındaki bir aksaklık nedeniyle, Norveç’in roket fırlatacağına dair verdiği resmi bildirim, Rus askeri yetkililere ulaşmamıştı. Panik büyüdü. Kremlin’de telefonlar çalmaya başladı. Kısa sürede Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin’e ulaşıldı. Korkunç bir adım atıldı: Yeltsin’in önüne nükleer komuta çantası, yani “Cheget,” getirildi. Bu, Rusya tarihinde ilk kez bir liderin nükleer çantayı açarak olası bir karşı saldırıyı değerlendirdiği andı.
Rus ordusu tüm dünyayı etkileyebilecek bir karar için tetikteydi. Radar operatörleri, komutanlar ve Yeltsin arasında yoğun bir bilgi alışverişi başladı. Ancak, ellerindeki veriler yetersizdi. Sekiz dakika boyunca dünya, bir nükleer felaketin eşiğinde sallandı.
Dakikalar geçtikçe, Yeltsin ve askeri danışmanları roketin gerçek amacı hakkında daha fazla bilgi edinmeye başladı. Nihayet, bu roketin bir saldırı olmadığını ve hiçbir tehlike yaratmadığını belirlediler. Yeltsin, karşı saldırıyı durdurdu. Sekiz dakika sonra, dünya derin bir nefes aldı.
Bu olay, nükleer silahların tetikte beklediği bir dünyada ne kadar kırılgan bir denge olduğunu kanıtladı. Sıradan bir bürokratik hata, yanlış anlaşılmaya ve neredeyse bir felakete yol açıyordu.
Bu olayın ardından Rusya, bildirim protokollerini yeniden gözden geçirdi ve benzer krizlerin yaşanmaması için iletişim kanallarını güçlendirdi. Ancak bu olay, nükleer caydırıcılık sistemlerinin insan hatalarına ne kadar açık olduğunu gözler önüne sermişti.
Bu durum 20. yüzyılda yaşanan pek çok nükleer savaş tehitlerinden oluşan zincirin sadece bir halkasıydı. Daha önce 26 Eylül 1983’te Sovyetler Birliği’nde görevli Stanislav Petrov, nükleer saldırı erken uyarı sisteminin ABD’den gelen bir füze saldırısını tespit ettiğine dair alarm verdiğini fark etti. Ancak Petrov, sistemin yanlış alarm vermiş olabileceğini değerlendirerek bir karşı saldırı başlatma kararını durdurdu. Bu hata, uydu sensörlerinin yanlışlıkla güneş ışığını füze olarak algılamasından kaynaklanıyordu. Petrov’un soğukkanlı yaklaşımı, potansiyel bir nükleer savaşı önlemiş oldu. Petrov bu olaydan sonra “dünyayı kurtaran rus askeri” olarak tarihe geçti.
Ancak kuşkusuz soğuk savaş tarihinin en gerilimli nükleer çekişmesi 1962 Küba kriziydi.
1959’da Fidel Castro’nun iktidara gelmesiyle birlikte, Sovyetler Birliği Küba’yı askeri olarak desteklemeye başladı. Sovyet lideri Nikita Kruşçev, ABD’nin Küba’yı yeniden işgal etme olasılığına karşılık olarak Küba’ya nükleer füzeler yerleştirme kararı aldı. Bu füzeler, ABD’nin doğu kıyısındaki büyük şehirleri tehdit edebilecek menzil kapasitesine sahipti.
Aynı yıl, Türkiye ile yapılan bir anlaşma sonucunda, ABD Türkiye’ye Jüpiter orta menzilli balistik füzeleri yerleştirmişti. Bu füzeler, Sovyetler Birliği’nin nükleer kapasitesine karşı bir denge unsuru olarak düşünülmüştü ve Türkiye’nin İzmir-Çiğli bölgesinde konuşlandırılmıştı. Ekim 1962’de ABD, Sovyetler Birliği’nin Küba’ya nükleer füzeler yerleştirdiğini keşfetti. Bu durum, dünya tarihinin en tehlikeli soğuk savaş krizlerinden birine yol açtı. ABD, Sovyetler’e karşı deniz ablukası uygulayarak bir ültimatom verdi. Gerginlik, her iki tarafın da nükleer savaşın eşiğine gelmesiyle doruğa ulaştı. Sonunda, Sovyetler Birliği Küba’daki füzelerini geri çekmeyi kabul ederken, ABD de Türkiye’deki füzelerini gizlice kaldırmayı taahhüt etti.
Tüm bu krizleri belki de şans eseri atlatmayı başaran dünyanın kitlesel İmhaya bu kadar yaklaştığını bilmek, günümüzde son gelişmeler ile, nükleer silahların mevcut durumunu daha da endişe verici hale getiriyor.
Günümüzde yalnızca bir ülkedeki nükleer başlıklar bile tüm ülkeleri haritadan silebilir. Peki, bu güç dengesi gerçekten barışı mı sağlıyor, yoksa bizi felakete mi sürüklüyor?
2024’ün başı itibarıyla dokuz ülke 12.121 nükleer savaş başlığına sahip. Soğuk Savaş’tan bu yana nükleer silahların genel sayısı azalırken, aktif savaş başlıklarının sayısı hızlanarak artıyor; bu son derece rahatsız edici bir eğilim.
Bu artış, karmaşık jeopolitik faktörlerden ve ülkelerin nükleer cephaneliklerini sürdürme ve genişletme motivasyonlarından kaynaklanıyor. Bu karmaşık ortamda yanlış anlaşılmalar sonucu bir füzenin ateşlenmesi, hesaplama hatası ve agresif politika riskleri oldukça muhtemel. Günümüzde gittikçe çıkmaza giren Rusya Ukrayna savaşındaki olası bir nükleer saldırı hızlıca akıl almaz boyutlara ulaşma riski taşıyor. Rusya geçtiğimiz günlerde ilk defa Ukrayna savaşında balistik füze kullandı. Rusya’nın 2024 itibarıyla sahip olduğu 5,580 nükleer başlık ve genişletilmiş nükleer doktrini, ihtimalleri daha da korkunç hale getiriyor.
Nükleer silahların ardındaki motivasyonları ve stratejik düşünceyi anlamak, sorunun çözümü ve barışa yönelik çalışmalar açısından oldukça hayati. Filmlerde ve video oyunlarında nükleer savaşın, görsel patlamalar ve kıyamet sonrası karanlık romantizm içeren ortamlarla tasvir edilmesi, ani yok oluş, kitlesel ölüm, yıkım ve gezegeni nesiller boyunca yaşanmaz hale getirebilecek nükleer kış potansiyelinin korkunç gerçekliğinden oldukça uzak.
Küresel nükleer silah envanterinin tam büyüklüğünü anlamamız ise imkansız. Artan nükleer silahlanma ile birlikte dünya aslında tam bir Rus ruleti oynuyor. Nükleer silahların çatışmanın maliyetini çok yüksek hale getirerek savaşı önlediği fikri olan “caydırıcılık” kavramı karmaşık ve tartışmalı bir konu. Geçmişte büyük ölçekli savaşları önlemiş olsa da her zaman garanti edilemeyen rasyonellik varsayımına dayanıyor. Buna ek olarak, caydırıcılığı sürdürme çabası, silahlanma yarışlarına ve artan gerilimlere yol açarak dünyayı daha tehlikeli bir yer haline getiriyor.
Belki de, daha güvenli bir gelecek inşa etmek için güvenlik konusundaki düşüncelerimizi değiştirmeliyiz. Gerçek güvenlik, yok etme tehdidinden değil, işbirliğinden, diplomasiden ve çatışmanın temel nedenlerinin ele alınmasıyla sağlanabilir. Bu uzun ve meşakkatli ancak gerekli bir yol. Eğer bunu başaramazsak çaydan geçip derede boğulmak misali, insanlığın en yüksek potansiyelinin olduğu dönemde karanlık bir çağa girebiliriz.
Arka planda adeta bir saatli bombanın tiktokları duyuluyor. Nükleer silahlanmanın artışı, kontrol mekanizmalarının zayıflaması ve yapay zekanın giderek bu sistemlere entegre olması, bizi yeni bir bilinmezliğin eşiğine getiriyor. İnsanın yarattığı bu güç, bir yandan güvenlik ve caydırıcılık sağlama umudu taşırken, diğer yandan insanlığın kendi sonunu getirme riskiyle dolu.
Bu denklemde, yapay zeka gibi ileri teknolojiler bir yanda akıllı kararlar alınmasını kolaylaştırabilirken, diğer yanda hatalara ve öngörülemez sonuçlara kapı aralayabilir. Peki, biz insanlar bu güçle ne yapacağız? Kendi yarattığımız teknolojilere hükmetmeye devam edecek miyiz, yoksa onların bizim kaderimizi belirlemesine izin mi vereceğiz?
Belki de dönüp kendimize şu soruyu sormalıyız: Daha güvenli bir dünya inşa etmek mi istiyoruz, yoksa bir anlık kibirle yok olmanın eşiğine doğru mu sürükleniyoruz? Bu sorunun cevabı, yalnızca bugünkü liderlerin değil, tüm insanlığın geleceğini belirleyecek. İnsanlık olarak bu sorumluluğu taşımaya hazır mıyız?
- end of script -
Nükleer savaşı önlemek, kasıtlı çatışmalardan kaçınmaktan çok daha fazlasını gerektiriyor. Kaza risklerini veya yanlış anlaşılmalara bağlı istenmeyen sonuçları en aza indirmek için son derece etkili bir denetim ve yönlendirme gerekli. Devletler arasında açık bir iletişim, şeffaflık, topluma hesap verme ve gözetim olmadan bir sonuca varmak neredeyse imkansız. Ve ne yazık ki, günümüz devletleri gittikçe totaliter eğilimler sergilemekte. Bunun sebeplerini merak ediyorsanız yukarıdaki video ilginizi çekebilir.
Bir yandan bazı uluslararası anlaşmalar, konuşlandırılmış savaş başlıklarının sayısının sınırlandırılmasında ve yeni bir silahlanma yarışına karşı koruma sağlanmasında önemli bir roller oynuyorken, diğer yandan nükleer cephaneliklerin modernizasyonu, silah kontrol anlaşmalarının geçersiz hale gelmesi ve nükleer silahların yeni devletlere satılması durumu daha da karmaşık hale getiriyor ve yanlış hesaplama, kaza veya kasıtlı saldırı risklerini artırıyor.
Çok önemli bir başka konu ise, yapay zekanın nükleer komuta ve kontrol de dahil olmak üzere askeri sistemlerde artan rolü: bu durum hem potansiyel faydalar hem de önemli riskleri ortaya çıkarıyor. Askeri alanda Yapay zeka güvenliği artırabilirken, aynı zamanda istenmeyen sonuçlar ve potansiyel olarak felaketle sonuçlanabilecek otonom karar alma olasılığını da beraberinde getiriyor.
Bu faktörlerin karmaşık etkileşimi, nükleer savaş risklerini azaltmak ve insanlık için daha güvenli bir gelecek sağlamak için sürekli diyalog, işbirliği ve silahsızlanma çabalarına olan acil ihtiyacın altını çiziyor.
Nükleer savaş tehdidi çoğu zaman bunaltıcı hissettiren ciddi bir gerçekliktir. Güçsüz hissetmek kolay olsa da bu sorunu çözmek için atabileceğimiz somut adımlar var. Nükleer silahların riskleri ve mevcut durumu hakkında bilgi sahibi olmak çok önemlidir. Amerikan Bilim Adamları Federasyonu, Atom Bilimcileri Bülteni ve Nükleer Silahların Ortadan Kaldırılmasına Yönelik Uluslararası Kampanya gibi kuruluşlar değerli bilgiler ve görüşler sağlıyor.
Bu bilgiyi arkadaşlarınızla, ailenizle ve topluluklarla paylaşmak, farkındalığın artmasına yardımcı olabilir ve başkalarını da katılmaya teşvik edebilir. Nükleer silahsızlanmaya adanmış kuruluşları desteklemek, bağış yapmak, gönüllü olmak ve mesajlarını duyurmak önemli bir etki yaratabilir. Seçilmiş yetkililerle iletişim kurmak ve onları silahsızlanmayı ve silah kontrolünü teşvik eden politikaları desteklemeye teşvik etmek çok önemlidir.
Nükleer silahların çatışmanın maliyetini çok yüksek hale getirerek savaşı önlediği fikri olan caydırıcılık kavramı karmaşık ve tartışmalı bir konudur. Geçmişte büyük ölçekli savaşları önlemiş olsa da her zaman garanti edilemeyen rasyonellik varsayımına dayanıyor. Buna ek olarak, inandırıcı bir caydırıcıyı sürdürme çabası, silahlanma yarışlarına ve artan gerilimlere yol açarak dünyayı daha tehlikeli bir yer haline getirebilir.
Sürekli nükleer savaş tehdidi altında yaşamanın psikolojik etkisi önemlidir. Kaygı, depresyon ve umutsuzluk duygusu toplumlara nüfuz edebilir, iklim değişikliği ve yoksulluk gibi diğer acil sorunlara çözüm bulma yeteneğimizi engelleyebilir.
Daha güvenli bir gelecek inşa etmek için güvenlik konusundaki düşüncelerimizi değiştirmeliyiz. Gerçek güvenlik, yok etme tehdidinden değil, işbirliğinden, diplomasiden ve çatışmanın temel nedenlerinin ele alınmasından gelir. Bu uzun ve meşakkatli bir yol ama gerekli bir yol. Birlikte çalışarak ve harekete geçerek nükleer savaş tehdidinden arınmış bir dünya yaratabilir, barışa, adalete ve sürdürülebilirliğe dayalı bir gelecek inşa edebiliriz.
İlk Yorumu Siz Yapın