Kızımla Ekonomi Sohbetleri – Yanis Varoufakis

Musakka iPad’den ne kadar farklıdır?

Sigara neden mükemmel bir para birimi olabilir?

İnsanların maaşlarına zam yapmamak neden kötü bir fikirdir?

Daha fazla otomasyon ekonomiyi nasıl çökertebilir?

Paranın demokratik olması neden önemlidir?

💡 “eğer bir şeyi 6 yaşında bir çocuğa anlatamıyorsanız, siz de anlamamışsınız demektir” – einstein

İktisat teorisinde eğlenceli bir başlangıç yapmak ister misiniz? Getiri eğrileri, temerrüt takasları, ortalama toplam talep? Ekonomi göz korkutucu bir konu gibi olabilir. Temel konuları ele almak bile zor olabilir. Ancak giderek finansallaşan dünyamızda paranın ve piyasanın doğasını anlamak her zamankinden daha önemli. Eski Yunanistan Maliye Bakanı Yanis Varoufakis’in Kızımla Ekonomi Hakkında Konuşmak kitabını yazmasının nedeni de tam olarak bu; bu oldukça karmaşık alanın nüanslarını, ergenlik çağındaki bir çocuğun bile temelleri kavrayabileceği kadar açık bir şekilde sunmak için. Bu yazıda finansal ortamımızın tüm ayrıntılarına dair sağlam bir özet elde edeceksiniz.

Paranın nereden geldiğini, piyasa mantığının günlük hayatımıza nasıl hakim olduğunu ve ekonomiyi herkesin yararına olacak şekilde nasıl uyarlayabileceğimizi keşfedeceksiniz.

Musakka iPad’den ne kadar farklıdır

neden sigara mükemmel bir para birimidir;

daha fazla otomasyon ekonomiyi nasıl çökertebilir?


💡 Tarımsal Ürün Fazlası Modern Ekonomik Eşitsizliğin Temelini Attı

1788 yılının Ocağında Avustralya kıyılarına ulaşan İngilizler yanlarında Avustralya’nın gerçek sakinleri olan Aborjinlerin hiç bilmedikleri silahları, metal aletleri, evcilleştirilmiş hayvanları ve Avrupa kıtasının tüm bulaşıcı hastalıklarını da beraberlerinde getirmişlerdi. Aborjinlerin hiç şansı yoktu.

Peki neden olaylar böyle gelişti de tam tersi olmadı? Neden Aborjinler bırakın Londra’yı fethetmeyi, kendi kıtalarından bile çıkacak gelişmeyi asla gösteremedi? Temel fark tamamen iki toplumun içinde yetiştiği maddi koşullarda yatıyordu. Aborjinlerin bulunduğu Avustralya kıtası kolaylıkla avcı toplayıcı bir yaşamın devamına müsaade ederken, Kıta Avrupası zorlu kış koşulları altında topluluk halinde yaşayabilmek adına tarımı geliştirmek zorunda kalmıştı.

Peki nasıl oldu da tarım gibi bir alan Avrupalıların tüm diğer kıtalara hakim olmasını mümkün kıldı?

12.000 yıl önce insanlar çiftçilik yapmaya başladıklarında ilk defa ihtiyaçlarından daha fazlasını üretmeye başladılar. Üretim fazlası olarak nitelenen bu ürünler aynı zamanda daha fazla güvenceye olanak tanırken bunu sürdürmek ve korumak için daha fazla teknolojik gelişime ihtiyaç duyuluyordu. Ürünleri korumak için binalara, hasatı kayıt altına almak için yazıya ve matematiğe ihtiyaç duyuluyordu. Bu ürün fazlalığı sayesinde ticaret kavramı ortaya çıkmıştı. Buğday karşılığında arpa, arpa karşılığında çavdar takas edilebiliyordu. Ürün fazlası sayesinde ilk kez paranın kullanımı mümkün olmuştu. İnsanlar artık takas olmadan da üretim fazlası ürünleri elde edebiliyorlardı. Hatta henüz elde edilmemiş ürünler bile ticaret konusu olmaya başlamıştı ve böylece kredi kavramı ortaya çıktı.

Ancak paranın çok önemli bir özelliği vardı: Para sadece herkes onun işe yaradığına inandığı zaman çalışan bir sistemdi. Bunu sağlamak için askeri ve politik güç sağlanması da gerekliydi. Bu yüzden toplumlar zamanla paranın meşruiyetini sağlamak için onu kontrol eden güç odakları ve bürokratik sistemler kurdular. Bunun sonucunda, artık üretmeyen ancak paranın dağıtımı üzerinde muazzam bir güce sahip olan bir grup insan ortaya çıktı. Yani Aborjinler sadece tüketecekleri kadar üretip şiir, müzik ve hikayeler bakımından zengin bir toplum geliştirirken, Avrupalılar üretim fazlalıklarını biriktiriyor ve para, yönetim ve hiyerarşiye dayalı bir toplum geliştiriyorlardı. Bu toplumlar arasındaki maddi eşitsizlik, genetik ve doğuştan gelen farklılıklara dayanmıyordu; farklı maddi koşulların sonucuydu. Ama bildiğimiz gibi Avrupalılar bunu böyle görmüyorlardı. Tüm kültürler gibi onların da bu koşulları kaçınılmaz ve doğru olarak pekiştiren bir inanç sistemi, bir ideolojisi vardı. Onlara göre sadece daha fazlasına sahip değillerdi, daha fazlasını hak ediyorlardı. Böylece, sömürgeciler 1788’de geldiklerinde Avustralya’nın kendilerine ait olduğunu iddia ettiler.

“İşler özellikle de bizim lehimize olduğunda mevcut düzenin mantıklı, doğal ve adil olduğuna kendimizi ikna etmek inanılmaz derecede kolaydır.”


💡 Piyasa toplumu takas değerini her şeyin üstünde tutar.

Bir tatil günü ailenizle oturup güzel bir musakka yemeği yerken, şakalaşıyor ve sıcak sohbetlere dalıyorsunuz. Güneş ışıldıyor, yemekler lezzetli ve herkes mutlu. Tüm bunlar hayattaki en güzel şeylerden bazılarıdır. Anneannenizin musakkasını Amazondan satın alabilir misiniz? Ya da bir lokantadan alabileceğiniz çok lezzetli bir yemek bile aynı tadı bırakır mı? Oysa anneannenizin musakkası paylaşılmak için yapılır ve tüm bir aile bundan yarar sağlar. Amazondan satın alacağınız bir iphone ya da akıllı saat ise birer metadır. Piyasa için satılacak ürünlerdir, mallardır. Peki hangi ürün daha değerlidir? Hoşunuza gitmese bile bu sorunun cevabı piyasa ekonomisi için bellidir. Takas değeri yüksek olan ürünler piyasa toplumu için daha değerlidir.

İçinde yaşadığımız topluma artık “piyasa toplumu” dememizin en büyük sebebi yaşadığımız evden, kullandığımız araca, hatta zamanımız ve emeğimize bir bedel biçilmesi ve piyasa ekonomisinde hepsinin bir takas değerinin olmasıdır. Kısacası piyasa ekonomisi sahip olduğumuz her şeyi “metalaştırmaktadır”.

Bu her zaman böyle değildi. Eski toplumlarda takasa dayalı pazarlar olmasına rağmen bu kadar baskın bir güç değillerdi. Eski Avrupa’da toprak alınıp satılamazdı. Araziler ancak soylu ailelerden gelen kişilere miras yolu ile geçerdi. Çiftçiler ise bir ücret karşılığında çalışmaz, toprak sahipleri emekleri karşılığında çiftçilere yiyecek, barınma ve koruma sağlardı. Bunların karşılığında toprak sahibi Lordlar çiftçilerin tüm ürününe sahip olurlardı. Bu da bir çeşit takas sistemiydi ancak bir fiyatı yoktu, sadece herkesin payını belirleyen görev ve ayrıcalıklar vardı.

1500lü yıllarda küresel ticaretin başlamasıyla bu sistem çöktü. Tüccarlar, yün gibi dayanıklı malları uzaktaki alıcılara satarak servet biriktirdiler. Toprak sahipleri ise köylülerin sadece kullanabilecekleri kadar ürün ürettiklerini ve satabilecekleri ürün fazlası olmadığını gördüler. Bu pazardan payını almak isteyen toprak sahipleri köylüleri topraklarından atarak yün gibi emtia olma niteliği taşıyan ürünler üretmeye başladılar. Ve böylece toprağın da bir takas değeri ortaya çıkmıştı. Artık kendi yiyeceklerini üretemeyen köylüler, sahip oldukları tek şeyi, zamanlarını ve emeklerini satarak tarla tarla dolaşmak zorunda kaldılar. Ancak artık emeğin de bir takas değeri vardı. Sanayileşmenin ve fabrika mesaisi kavramlarının ortaya çıkması bu süreci sadece daha da hızlandırdı. Çok geçmeden çoğu insan emtia piyasasından mal alabilmek için işgücü piyasasında emeklerini satmaya başlanıştı. Zaman geçtikçe toplumlar bu piyasa alışverişlerine daha çok odaklanacaklardı.


💡 Borçlanma, piyasa toplumunun daha çok kâr elde etmek için açgözlülüğünü körüklüyor.

Farz edelim ki toprak sahibinin topraklarından kovulmuş bir çiftçisiniz. Bu yeni piyasa toplumunda hayatta kalabilmek için para kazanmalısınız. Artık yeni açılan kömür madenlerine gidip emeğinizi satabilir veya yün üretme işine girebilirsiniz. Muhtemelen ikinci seçeneği tercih etmeyi yeğlersiniz ancak bunun bir bedeli var. Her şeyden önce böyle bir işe başlamak için belli bir miktar sermayeye ihtiyacınız vardır. Biraz arazi satın almak ve beslemek için küçükbaş hayvanlar almanız gerekmektedir.  Aynı zamanda  sizin için çalışacak işçilerin de ücretlerini ödemelisiniz. Ne şanslısınız ki kasabanın tefecisi size tüm bu masrafları karşılamak için borç vermekte son derece istekli. Tabii ki karşılığında istediği oranda faizini ödemelisiniz. Tek yapmanız gereken bir anlaşma yapmak ve voila! Tebrikler, artık bir çiftçi değilsiniz! Artık bir girişimcisiniz. Ayrıca borçlusunuz ve borçtan kurtulmanın tek yolu kâr etmektir.

İnsanlar tarih boyunca her zaman birbirlerine yardım etmişler. Aynı mahallede, aynı köyde oturan kişiler birbirlerinin işlerine daha sonra birbirlerine destek olacaklarını bilerek her zaman yardımcı olurlardı. Bu yardımların tüm ve toplumsal bir dayanışmanın örneğiydi. Yardımlaşma sonucu birisi size “teşekkür ederim Sana borcum var” dediği zaman aslında kastettiği maddi bir borç değildi. Piyasa toplumundaki borç anlayışı ise bundan tamamen farklıdır. Çünkü işin içine 2 yeni kavram girmiştir. Bunlardan ilki borçlanma karşılığında imzalanan sözleşme Diğeri ise borcu alan kişinin ödemesi gereken faiz oranıdır. Piyasa toplumlarında halihazırda zengin olmayan herkes Eğer bir şey üretmek istiyorsa başlangıçta borç almak zorundadır. Ve borcun bir faizi olduğu için sadece borç aldığınız kadar kazanmanız yeterli olmayacak mutlaka daha yüksek oranda kar elde etmeniz gerekecektir. Elbette kâr etmek, en çok malı, en düşük fiyata, en az maliyetle üreterek rekabette üstünlük sağlamak anlamına gelir. Bu nedenle girişimciler, tıpkı daha önce bahsettiğimiz yün üreticileri gibi, arazi ve aletler gibi şeylere giderek daha fazla yatırım yaparken, işçilere giderek daha az ödeme yapmak zorunda kalıyor. Bu baskı, borç alma, kar elde etme ve maliyetleri düşürme arasında şiddetli bir döngüyü başlatıyor. Sonuç? Borç verebilenler giderek daha fazla servet biriktirirken, çalışmak zorunda olanlar sürekli mali stres altında kalıyor. Pek çok din, borç almayı onaylarken, faizi yasaklar. Ancak piyasa toplumu yaygınlaştıkça bu yasaklar zayıflar. Bu durum, bir toplumun ideolojilerini yönlendiren maddi koşullarının sadece bir başka küçük örneğidir.

“Piyasa toplumlarında tüm zenginlik borçla beslenir ve son üç yüzyılda yaratılan hayal edilemeyecek tüm zenginlikler, sonuçta borç aracılığı ile elde edilmiştir.”


💡 Piyasa toplumlarında bankalar batamaz ama “siz” batarsınız.

Bir bankadan bir milyon dolarlık işletme kredisi aldığınızı düşünün. Bu para nereden geliyor? Arkada bir yerde bir kasa mı var? Hayır hiç de değil. Aslına bakılırsa banka, hesap bakiyenize sadece birkaç sıfır ekliyor ve puf! Bir milyon dolar hiç yoktan yaratıldı. Bu para artık gelecekte geri ödeyeceğiniz beklentisiyle var. Bunu yapmazsanız, çok kötü sonuçlara katlanırsınız. Kredi alma ayrıcalığı için bankaya ücret ve faiz ödersiniz. Bir banka ne kadar çok kredi verirse o kadar çok para toplar. Yani bankalar mümkün olduğu kadar çok kredi vermeye çalışırlar. Peki bir banka batık krediler verirse ve kimse bu kredileri geri ödeyemezse ne olur? Sizce bankacılar da çok kötü sonuçlara mı katlanır? Pek öyle değil.

Piyasa toplumlarında ekonominin işlemesi için paranın hareket etmeye devam etmesi gerekir. Bankalar kredi vererek ve bu borçlardan sorumlu olarak bu sürece yardımcı olurlar. Bazen bu çok işe yarar. Daha fazla insan daha fazla iş yapabilir ve daha fazla kar elde edebilir. Ancak açgözlülük artarsa döngü diğer yöne doğru yönelir. Kâr peşinde koşan bankalar giderek daha riskli krediler vermeye başladığında bir sorun ortaya çıkar. Çok sayıda borçlu yükümlülüklerini yerine getirmedikleri zaman banka bunları telafi edemez. Ve çok sayıda kişi aynı anda parasını çekmek isterse bankanın ödeyecek parası olmaz. Bu yüzden herkes çok geç olmadan parasını almak için bankalara akın eder. Böylesine bir piyasa çöküşü kaçınılmaz olarak meydana geldiği zaman tüm ekonomiyi dümdüz etme riskini ortaya çıkarır. Bunun önüne geçmek için devletin devreye girip bankalara kendi kredisini vermesi gerekir. Buna kurtarma paketi denir. 2008’de ABD konut piyasasının çöküşünden sonra olan da tam olarak buydu.

İşin aslı devletlerin kurtarma paketlerine koşullar eklemesi tamamen mümkün. Bankaların belli kurallara uymasını sağlayabilir, hatta krize neden olan ihmalkar bankacıları hapse attırabilirler. Ne var ki, zengin bankacılar sıklıkla politikacıları finansal olarak desteklediğinden, devletlerin iş ortaklarını cezalandırma konusunda çok az motivasyonu vardır. Bu şekilde bankalar ekonominin her iki halinde de en kazançlı kurumlardır. Ekonomi iyi olduğunda tepeden bir sürü para akıtırlar ve faiz kazancı elde ederler. Ekonomi kötü olduğunda hükümetin devreye girmesi ve onlara daha fazla para vermesi ile Kaybederken bile kazanırlar.


💡 Emek ve para, özel kuralları olan özel emtialardır.

Eğitimli bir ekonomist olan Wasily iş bulmakta zorluk çekiyor. Bu sırada Andreas, Patmos adasındaki güzel yazlık evini satmakta zorluk çekmektedir. Her iki adam da bir şeyler satmaya çalışıyor ancak alıcı bulma konusunda şansları yok. Fiyatlarını çok yüksek tutmuş olabilirler mi?

Evet ve hayır. Andreas sahildeki evinin fiyatını örneğin bin dolara düşürseydi, alıcı bulmakta herhangi bir sorun yaşamazdı. Sonuçta hiçkimse ucuz bir yazlık fırsatını asla kaçırmaz. Peki ya Wasily? Emeğinin fiyatını on dolara düşürse onu satın alan olur mu?

Buna kesinlikle diyemeyiz. Sahil evinden farklı olarak insanlar yalnızca gerçekten ihtiyaç duyduklarında emeği satın alırlar.

Tıpkı bir ev gibi emek de alınıp satılabilir. Ancak evin aksine insan emeğinin tecrübe ile sabit bir değeri yoktur. Yani birisi dinlenmek ve rahatlamak için ucuz bir bungalov satın alabilirken, bir işveren yalnızca kâr elde etmek için kullanabileceği emeği satın alacaktır.

Yani, bir buzdolabı fabrikanız varsa, yalnızca daha fazla buzdolabı talebini karşılamak için emeğin gerekli olduğunu düşünüyorsanız, ekstra çalışanlara ödeme yaparsınız. Eğer kimse buzdolabı satın almıyorsa, işçilik çok ucuz olsa bile fabrikanızda personel bulundurmanın hiç bir anlamı olmazdı.

Aynı mantık para için de geçerlidir. Hiç kimse eğlence olsun diye para satın almaz, yani borç alıp faizini ödemez. İş adamları, örneğin yeni ekipman yatırımına, yalnızca kâr elde etmelerine yardımcı olacağını düşündüklerinde onay verirler. Faiz oranı çok düşük olsa bile borçlanmanın başka bir nedeni yoktur.

Peki bu, piyasa toplumları için ne anlama gelir?

Esasen insanlar yalnızca tüketici talebinin olduğuna emin olduklarında emek veya para satın alacaklardır. Ekonomik durgunluk durumunda, kimsenin nakit parası olmadığında, hiç kimse işe alım yapmayacak veya yatırım yapmayacak, bu da durgunluğu derinleştirecektir.

Bu nedenle ekonomik durgunluk dönemlerinde dahi insanlardan daha az ücretle çalışmalarını talep etmenin hiçbir anlamı yoktur. Herkes emeğinin maliyetini düşürürse ne olur? İşçilerin harcayacak parası azalır, talep düşer ve daha az işletme emek satın alır. Ve tüm bunlar genel olarak ekonomi için kötü olur.

Bu şekilde emek ve para piyasaları oldukça irrasyoneldir. Kötümserliğin düşüşlere, iyimserliğin ise yükselişe yol açtığı, kendini gerçekleştiren kehanetler gibi işlev görürler.


💡 Piyasa toplumlarında daha fazla otomasyon her zaman çözüm değildir.

1800’lerin başında ve kumaş üreten bir pamuk fabrikasında çalıştığınızı düşünün. Bir gün kötü bir haber alıyorsunuz: Patron buharla çalışan bir makine satın aldı. Bu yeni makine, onlarca işçiden bile daha hızlı kumaş üretebiliyor. Kovuldunuz. Peki Şimdi ne olacak?

Birkaç arkadaş toplayabilir ve yeni tezgâhı paramparça edebilirsiniz. Ludditlerin on dokuzuncu yüzyılda yaptığı da buydu. İngiltere’deki bu öfkeli fabrika işçileri grubu, kendi emeklerinin yerini alan makineleri yok ederek otomasyona karşı ilk büyük hareketlerden birine öncülük ettiler.

Bugün pek çok kişi Ludditleri ilerlemeyi engelleyen geri kalmış insanlar olarak görüyor. Ancak otomasyonu yavaşlatma çabaları gelecekteki piyasa çöküşlerini de ertelemiş olabilir.

Tabii ki şiddet asla bir çözüm değildir ancak otomasyonla ilgili sorunu anlamak için otomasyonun kârı nasıl etkilediğini incelemeniz gerekir. Otomasyon ilk etapta üretim maliyetlerini düşündürerek daha düşük maliyetlerle daha yüksek kar elde etmeyi mümkün kılar. Ancak bu Çok uzun sürmez. Diğer fabrikalarda maliyetlerini aynı şekilde düşürdüğünde siz rekabete devam edebilmek için daha verimli bir makine almak zorunda kalırsınız ve böylece kumaşınızın fiyatını daha da düşürebilirsiniz.

Bu otomasyon yarışının nihai sonucu, kumaşın çok ucuz olduğu ve fabrikaların üretim maliyetini karşılamak için bol miktarda kumaş satmak zorunda kaldığı bir dünyadır. Ve bu rekabet bu şekilde devam ederken daha fazla işçi işsiz kalacaktır ve bunun sonucu olarak da hiç kimsenin üretilen kumaşı satın alacak bir geliri olmayacaktır. Sonuç olarak Kumaş üreticileri sürekli artan kâr arayışı içinde bir pazar çöküşü yaratırlar.

Bu hikaye, tam otomasyonun nasıl nihai olarak ekonomik felakete yol açacağını anlatıyor. Ancak bu mutlaka böyle olmak zorunda değildir. Bu senaryoda kumaş fabrikaları çok şanslı bir azınlığın elinde. Bu işletme sahipleri kârın tamamını toplarken, işten çıkarılan işçiler hiçbir şey alamıyor. Sonunda tüm para tek bir yerde toplanır ve ekonominin işleyişi sona eriyor.

Alternatif bir düzenleme her zaman mümkündür. Herkesin fabrikalardan pay sahibi olduğunu düşünün. Bu şekilde, makineler emeğin yerini aldıkça, insanlar artık eskisi kadar çalışmak zorunda olmasalar bile kârdan pay almaya devam edeceklerdi. Bu senaryoda para dolaşmaya devam eder, insanlar satın almaya devam eder ve piyasa çökmez.


💡 Paranın değeri her zaman politiktir, o yüzden onu demokratik hale getirsek iyi olur!

Altın, deniz kabukları, kağıt notlar. Tarih boyunca aklınıza gelebilecek her türlü eşya para olarak kullanılmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın esir kamplarında ortak para birimi, Kızıl Haç tarafından aylık olarak bağışlanan sigaraydı. Sigaralar, küçük olmaları, saklamaları kolay olmaları ve askerlerle dolu bir kampta neredeyse herkes tarafından tercih edilmeleri nedeniyle nakit paranın yerine geçmek için ideal birer araçtı.

Kamplarda sigaranın değeri arza göre değişiyordu. Kızıl Haç çok sayıda gönderdiğinde tek bir dal sigara bir çikolata satın alabilirdi. Tütün kıtlığı olduğunda ise aynı sigarayla on çikolata alınabiliyordu.

Kampların dışında da paranın değeri aynı şekilde işliyor; tek bir önemli fark dışında. Kızıl Haç tarafsız bir sigara sağlayıcısı olsa da, gerçek dünyada para birimi üzerindeki kontrol o kadar da tarafsız değil.

Para bir değişim aracı olarak iş görüyor çünkü herkes onun değeri konusunda hemfikir. Bu meşruiyet genellikle yasal olarak devlet tarafından sağlanıyor. Madeni paraların çoğunlukla siyasi yöneticilerin resmini taşıması tesadüf değil. Roma İmparatorluğu bile para birimlerini imparatorların yüzleriyle damgalıyordu.

Ancak paranın değeri aynı zamanda dolaşımdaki para miktarına da bağlıdır. Mevcut mal ve hizmetlere göre ortalıkta dolaşan çok fazla para varsa, bu paranın değeri nispeten daha az olacaktır. Buna enflasyon denir. Bunun tersi de doğrudur. Yeterli para stoğu olmadığında değeri çok yüksek olur. Buna ise deflasyon denir.

Dolayısıyla para arzını kontrol etmek muazzam bir güçtür. Çoğu ülkede bu yetki merkez bankasına aittir. Bu kurumlar kağıt üstünde bağımsızdır ancak genellikle diğer büyük bankalarla ve en zengin sınıfın üyeleriyle yakın ilişkileri vardır. Bu nedenle, para birimini kontrol etmek için güçlerini kullandıklarında, bu genellikle öncelikle bu çıkar ilişkilerine hizmet eder.

Örneğin, bir bankanın kurtarma paketine ihtiyacı varsa, gerekli para birimi birkaç koşulla kullanıma sunulacaktır. Ancak alt sınıflar, altyapı gibi kamu malları için büyük miktarlarda nakit ödemeye ihtiyaç duyuyorsa, bu para akışı biraz daha az gerçekleşebilir.

Birçok ekonomik yapı gibi bu düzenleme de kaçınılmaz değildir. Yeterli siyasi irade ile para arzı daha demokratik bir biçimde kontrol altına alınabilir.

Bu nedenle, para birimi sadece bir değişim aracı değil, aynı zamanda bir siyasi araçtır. Para birimini kontrol edenler, toplumun geri kalanını da etkiler ve hatta dizayn edebilir. Bu yüzden, para biriminin nasıl oluştuğunu, nasıl değiştiğini ve nasıl etkilediğini bilmek, hem bireysel hem de kolektif olarak daha bilinçli ve sorumlu kararlar alabilmemiz için önemlidir. Ayrıca, paranın demokratik olması, yani herkesin eşit erişim ve katılım hakkına sahip olması, adalet ve refah için de hayati bir koşuldur.


💡 Piyasa toplumunun takas değerine olan takıntısı tüm gezegeni tehdit ediyor.

Mora Yarımadası dağlarının yamaçlarında gelişen bir çam ormanı hayal edin. Şimdi kendinize şunu sorun: Bu ormanı değerli kılan şey nedir? Sağladığı gölge mi, havadaki taze özsuyu kokusu mu, ağaçlarında cıvıldayan kuşların sesi mi? Yoksa kesip kereste olarak satabileceğiniz odun mu?

Maalesef piyasa toplumumuzda önemli olan tek şey kerestenin fiyatı, yani ormanın değişim değeridir. Aslına bakılırsa doğal dünyanın neredeyse tamamı, piyasa toplumlarınca potansiyel emtia rezervi olarak görülüyor.

Daha da kötüsü, kömür ve petrol gibi bu emtialardan bazıları, metalaştırılmamış doğal dünyadan geriye kalanları aktif olarak bozuyor ve kirletiyor.

Açıkça görülüyor ki, her şeyden önce kâr peşinde koşmanın yarattığı önemli sorunlar var. Piyasa rekabetinin doğası gereği, her birey veya bireysel işletme, sürdürülebilir olup olmadığına bakılmaksızın mümkün olduğu kadar çok şey çıkarmaya, metalaştırmaya ve satmaya teşvik edilir. Bu sorun, okyanuslarımızda aşırı avlanmadan ötürü balık türlerinin yok olmasına , fosil yakıtların sürekli aşırı düzeyde üretimine ve kullanımına kadar her yerde görülmektedir.

Peki bu süregelen çevresel felaket durdurulabilir mi? Belki de evet. Yaklaşımlardan biri, değişim değeri ne olursa olsun doğal dünyayı koruyan yasaların çıkarılmasıdır. Son zamanlarda Ekvador bunu, yağmur ormanlarını korumanın doğasında var olan değeri tanıyacak şekilde, anayasasını değiştirerek gerçekleştirdi. Ancak ticari çıkarlarla sebebiyle bu gibi yasaların devamını göremeyebiliriz.

Bir diğer yaklaşım ise her şeye, hatta havaya bile bir değişim değeri atamak. Şirketlerin atmosferi kirletme hakkı için ödeme yapmak zorunda olduğu karbon vergisinin ardındaki fikir budur. Teorik olarak bu, işletmeleri daha az sera gazı üretmeye teşvik etmelidir. Ancak fiyat, limitler ve uygulama hâlâ iş dünyası dostu hükümetlere bağlı. Bu yüzden bu uygulama tam tersine piyasanın fütursuzca kar elde etme saplantısını daha da güçlendirebilir.

Daha iyi bir çözüm, dünya kaynaklarını demokratik bir şekilde yönetmek olabilir. Şu anda bir avuç zengin kişi hangi kaynakların çıkarılıp satılacağına karar verebiliyor. Eğer petrol sondajına devam etmek istiyorlarsa bunu yapacaklar; kıyı bölgelerindeki milyonlarca insan güneş enerjisine yatırım yapmayı tercih etse bile. Şayet bu milyonlarca insan, bireysel tüketiciler olarak değil kolektif bir topluluk olarak seslerini duyurma şansına sahip olsaydı, daha sürdürülebilir ve eşitlikçi bir yol ortaya çıkabilirdi.


Çağdaş küresel ekonomi, yaşamın giderek daha büyük bir kısmının piyasa güçlerine tabi olduğu bir piyasa toplumu olarak tanımlanabilir. Bu, doğal kaynaklarımızdan zamanımıza ve çabamıza kadar her şeyin metalaştırıldığı ve kâr üretme kabiliyetine göre değerlendiği anlamına geliyor. Ancak bu ekonomik sistem doğal ve kaçınılmaz değildir. Varlıkların nasıl elde edildiğini ve neye değer verildiğini bizler belirliyorsak ekonomiyi daha demokratik ve adil bir şekilde düzenlemek mümkün olabilir.

Perspektif Yazar:

Bilim, teknoloji, kişisel finans ve yatırım gibi konuları, 21. yüzyılın yeniliklerini samimi ve anlaşılır bir şekilde tartışıyoruz. Amacımız, okuyucularımıza değerli bilgiler sunarak, geleceğe daha iyi hazırlanmalarını sağlamak.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir